14 Ağu 2013

saat sabah sekizi geçiyor.
bu saatte ayakta olmam, “normal” yaşantının bir parçasını yaşıyormuşum gibi gelebilir. bu ışıkta benden beklenecek şey, ayaküstü kahvaltı edip televizyona bakmam olmalı. filtre kahvem hazır, televizyondaki ya da sabah kapımın önüne bırakılan gazetemdeki şeylerin ilgimi çekmesini bekliyor olmalıydım.
ne yazık ki bekleneni yine veremedim. uyandığınız saatte de ayaktayım, uyuduğunuz saatte de. merhametin en derin parçasıyla bile empati yapılabilecek gibi değil.
yerimde olmayı kimse istemez. aslında, kimse kimsenin yerinde olmayı istemez. insan formunun istem-dışı ilerleyen akışına göre, hayatın başlangıç evrelerinde kimi insanlarla tanışılır ve bu insanların bir kısmına ve sahip olduklarına imrenilir. kendininkinden daha iyi bir ev, araba, iş, okul, anlayış, espri yeteneği, konuşma kabiliyeti, para, yaşam biçimi, iyi ilişkiler, huzur, para ve benzeri şeyler. eğer kendinin asla göremeyeceği, ağır at gözlükleriyle doğmuşsa birisi, bu nesnelerin kendisinde olmasını istemeyi bırakamaz. o kadar ki, hayatının hiçbir noktasında hiçbir şey onun yüreğini sızlatamaz. bu evreye gelirken birkaç deste yıl geçirir ve sürekli yeni şeylere sahip olma arzusu güder. ikea salon takımı, mango’dan pantolon, armani’den ceket, gıcır bir hummer, mücevher, ekstradan birkaç odası olan büyük bir ev gibi, silik şeylere yani. insanları, isteklerinden ve çıkarlarından önce göremeyecek hale gelene dek sürer bu. dediğim gibi, istem-dışı.

bu saatte hala ayaktayım. maaş günü işe gitmem ve mutlu gözükmem gerekirken, herkesin reddettiği eşiğin bir adım gerisinde duruyorum. insanların alengirli cümlelerinde devam ettiğini iddia ettikleri, binalarla ve egzoz dumanlarıyla dolu ‘hayat’ın birkaç adım ötesinde. bu iddialı bir söz gibi gelebilir. ancak, birden çok defa ölümle burun buruna geldiğinizde söyleyebilirsiniz bunu. bunun yanında takım elbise giymeyi sevmemenize rağmen, zamanın kravatı sizi boğarken düşersiniz, ölmenin bir kaçış mı, yoksa bir sonlanış mı olduğu dilemmasına.

annemle konuşuyordum. babam için üzülmeye başladık ikimiz de. ve ben, baş başa kaldığımız vakitlerde hala ona yaşadıklarımı irdelemesi için alıntılar barındıran şakalar yapıyorum, gülüşüyoruz. bu vakitler nadir geliyor ve birkaç saniyelik kahkahaların arasına sıkışıp boğazımızdan geçiyor. kayboluyor. babam, hala gözlerimin altındaki morlukların böbreklerimle ilgili olabileceğini düşünüyor. ve şimdilerde, babasının ona gösterdiği sevgiyi bana göstermeye çalışıyor. saçlarım dökülmüş, tekrar çıkmış ve beyazlamışken yapmaya çalışıyor bunu. beni umursamayı geç öğrendi. bir sürü ilaç getirdi eve. turuncu-beyaz kapsüllerin olduğu bir kutu, uzun iğneli çubuklar, ölçüm aleti ve şekersiz yiyecekler. bunlar sadece kısıtlı olan diyalogumuza eklenmiş birkaç yeni cümle demek. benim için daha da ötesinde, biraz üzüntü ve anlık gelen birkaç acaba.


evet, hızlı sürüyorum. fakat bilirsiniz, hız limiti ve akabinde gelen polisler, sadece otobanda vardır. kendimde değilken, kendi elime bağlı ruhsatlı bir silahı buluyorum şakağımda. kanunlara uygun bir vaziyette siktir olup gitmeyi isterken. gitmek dediğim, sondan kaçamayan bir yılkı atı gibi nalları dikmek. yoksa, bildiğiniz en uzağa dahi gitseniz, gözlerinizin arkasında taşıyorsunuz olan biteni. birileriyle konuşmadıkça film şeridi gibi geçiyor gözünüzün önünden.
böylesine sıcak bir günde, karın yağdığı o güne gitti gözlerim. bir kamyonetin arkasında, bacağımda yatan ölüsüyle, edirne’ye doğru, onu gömmeye gittiğim güne. cami cenaze namazı kılmaya bile yanaşmamıştı. hatta yeşil mevta arabası bile tahsis etmemişti. bir kişi dışında, tanıdığım her insan okuluna ve sıkıcı öğretmenlerine uyanıp, günü kurtarmayı beklerken, bu vaziyetteydim. ağlamayı o gün bıraktım. gideceğimi bile bile yanlarında durduğum kadınlar bana kötü, acımasız olduğumu cümlelerle anlatırken bile ağlayamadım. kimseye “git diyememe huyumun tekrarlanmasının akabinde her biri benden gittiğini sanırken, ben onlara fark ettirmeden yürümeye başlamıştım. mutlulardı sondan birkaç gün önce. her şey en az bir cuma akşamı dizi seyretmek ve atıştırmak kadar yolunda sanırlardı. yakılacak fotoğrafların, yırtılacak mektupların ve tarihin çöp kutusuna atılacak şiirlerin yanı sıra, kısa bir zaman dilimine sıkışmış kurtulmak kandırmacasından sonra hissedilecek, soğuk bir nefes bırakmıştım enselerinde. bana bir şey olmadı. gözümü kaybedene kadar yediğim yumruklardan, kalbimi durdurmaya yönelik tekmelerden sonra, böyle şeyler canımı acıtamazdı. zamanın yok edeceği küçük sıyrıklardı bunlar. gelgelelim, kimse böyle olduğuna inanmıyor.

alkole başladım. alkolü bıraktım. beyaza ve kredi kartına alıştım. yeşile ve sigara kırmaya. küçük yuvarlaklar yutmaya başladım. ilgimi çekmedi, bıraktım. çok para tuttum avucumda, sonra onları başka ceplere bıraktım. bekledim. kısa bir zaman içinde hepsini birer birer yaşadım, fakat hiç sarhoş olamadım.
saat 09:08. ben daha başka bir şeyle uğraşıyorum. daha büyük bir şeyle. köşe başlarında serserilerin torbacılığını yapamayacağı bir şeyin. bir kimya harikasının. şu an tütüyor ağzımda. dişlerimi çürüttüğünü, beynimi pişirdiğini, gözlerime tuz döktüğünü ve tüm sinirlerimle bir şarkı çaldığını hissediyorum. fakat yine sarhoş değilim.

altı çökük bir yatağın üstünde oturup düşünüyorum. gün, penceremden gelip geçiyor. ben hiç haz almıyorum. ve size imrenmeyi iki sene önce bıraktım. uykunuza, güzelliğinize, sizi seven babalarınıza, yılbaşı akşamlarınıza ve mutlulukla kutlanan doğum günlerinize, ileride sahip olacağınız mesleğe, hepsine.

bu hikaye, dededen yadigar bir tüfeğin ikili namlusundan yavaşça sıyrıldı ve beni gördünüz. bu saatte, bir sahilde, bu silahı denizin arkasındaki uzağa doğrultmuş, duruyorum.

ve, acı size göre sadece etle birlikte hissedilir kıvamda.

b.
+90.

Hiç yorum yok: